Kaynak: https://umutgazetesi34.org/arsivler/61751
Erol Katırcıoğlu, 12 Eylül 2021 tarihli “Solun bölünmüşlüğü ve HDP” yazısında[1] temel olarak Türkiye’de kendini “sol” olarak tanımlayan hareketlerin HDP’nin yanında durmaktan imtina etmelerini hak ettiğinden çok daha kısa bir yazıyla ele alıyor. Yazısının giriş kısmında da solun bir değişim geçirmesi, atılım yaratabilmesi, siyasal süreçlerde aktif rol alabilmesi için inisiyatif alması gerektiğinden bahsederken bu inisiyatif alma sürecini ve iradeyi en az dışsal faktörler kadar belirleyici olarak tanımlıyor. E. Ahmet Tonak ise 13 Eylül 2021 tarihli “‘Solun bölünmüşlüğü ve HDP’ üzerine” başlıklı yazısında[2] Katırcıoğlu’nu eleştirerek iradi kararlara en az dış faktörler kadar önem atfetmenin “idealist yaklaşımın ve voluntarizmin ifadesi” olduğunu söylüyor.
Katırcıoğlu politik olarak doğru bir soru sorarken (ve yazısının bel
kemiğini bu soru oluştururken) giriş kısmında ortaya koyduğu teorik tariflerde
yanılıyor. Tonak ise teorik olarak hatayı doğru görüyor ama düzeltme girişimi
sırasında idealizm ile voluntarizmi[3] aynı bağlamda ve çok yakın (hatta
neredeyse aynı) anlamlarda kullanırken teorik bir hata yapıyor. Katırcıoğlu’nun
yazısının bel kemiğini oluşturduğunu söylediğim soruyu, Katırcıoğlu’nun
yazısının iki paragraflık girizgâhında yer alan fikirleri “iradecilik”
tartışmasına, belki de farkında olmadan, feda ederken ise politik bir hata
yapıyor ve esas “sorun”un teorik bir tartışmanın kıyısında kalmasına yol açıyor.
Her iki yazarın da voluntarizm üzerine söylediklerini ve hatta
çağrıştırdıklarını kafamızdan silip şu voluntarizm meselesini çok kısa
netleştirmenin tartışmanın ve mücadelenin selameti için gerekli olduğunu
düşünüyorum. Her ne kadar bu mesele yüz seneyi aşkın bir zaman önce hem teorik
hem de pratik olarak kendini ortaya koymuşsa da geriye dönüp bir tekrar etmek
içlerimizi ferahlatacağı gibi zihnimizi de berraklaştıracaktır: Repetita iuvant.
Ne voluntarizmden korkmak
ayıp ne de düşünmek voluntarizmi
Bir konuyla ilgili açıklamaları eğer benim yapabileceğimden çok çok daha
iyi yaptığını düşündüğüm birileri varsa hem zayıf üslubumla manayı zaafa
uğratmamak hem de fikrin sahibine hakkını vermek için doğrudan uzunca
alıntılamayı tercih ediyorum. Bu nedenle bu kısımda D.P. Costello’nun 1961
tarihli “Voluntarism and Determinism in
Bolshevist Doctrine” (Bolşevist Doktrinde Voluntarizm ve Determinizm) başlıklı
makalesinden[4] geniş alıntılar yapacağım. Solcular, sosyalistler, komünistler,
Marksistler olarak voluntarizmi anlamamız için bakmamız gereken belki de en
önemli kaynak, kendisi de bir voluntarist olan Lenin’dir. Bu nedenle de Costello’nun
Marksizm ve Lenin bağlamında yürüttüğü voluntarizm tartışması voluntarizmi
anlamak için oldukça faydalı olacaktır.
Bilindiği gibi Marksizmin bazı yorumları, tarihin üretici güçler ve üretim
ilişkileri arasındaki çelişki üzerinden ilerleyerek ilkel komünal toplumdan
köleci topluma, köleci toplumdan sırasıyla feodalizm, kapitalizm aşamalarından
geçerek kapitalizmin aşılmasıyla sosyalizm ve ardından komünizmin geldiği
lineer bir tarihsel ilerleme anlayışı ortaya koyar. Bu görüşlere göre
kapitalizmin ortadan kalkacağı süreç, Marx ve Engels’in “kaçınılmaz olduğuna
inandıkları sosyalist devrim, kapitalizmin mümkün en yüksek mertebesine değin
gelişmesi yoluyla meydana gelecektir: Kapitalizm istikrarlı bir şekilde orta
sınıfı ortadan kaldıracak, özellikle köylülük, sürekli genişleyen ve giderek
daha da kötüleşen maddi koşullarda yaşayan bir proletarya kitlesi yaratacaktı;
proletarya önünde sonunda onu mirasından mahrum eden toplumsal düzeni
reddedecekti. Sonuçta da devrim olacaktı.”
Elbette Marx’ın Batı Avrupa dinamikleri altında bu satırları yazdığı
sıralarda ve 19. Yüzyılın sonunda Rusya’da durum oldukça farklıydı. Almanya,
İngiltere, Fransa ve Birleşik Devletler ileri bir endüstriyel gelişme
aşamasındayken Rusya’da henüz “kapitalizm” denilebilecek koşullar oluşmamıştı.
Batı Avrupa’da komünist partiler işçi sınıfı üyelerinden oluşurken Rusya’da
işçi sınıfı neredeyse yoktu ve sosyalistler de işçi sınıfının üyeleri değil,
orta ve üst sınıf üyesi entelektüellerdi. İşçi sınıfının örgütlenip kendi
gücüyle yıkabileceği bir kapitalizmin henüz oluşmadığı Rusya’da “bu
entelektüeller Marksist sosyalistler olarak kendi eylemlerini nasıl gerekçelendireceklerdi?”
İktisadi dinamikler, Marx ve Engels’in ortaya koyduğu senaryonun
gerçekleşmesini sağlayamıyor gibi görünüyordu. Batı Avrupa’nın gündeminde
sosyalist devrim varken Rusya’da sosyalist bir devrimin “nesnel koşulları”
henüz yoktu. Dolayısıyla “Rusya proletaryası az ya da çok uzak bir gelecekte […]
yükselecek ve kapitalist sistemi alaşağı edecekti.” Bu nedenle Rus
Marksistlerinin önündeki görev öncelikle 1789 Fransız İhtilali’ne benzer bir
biçimde bir burjuva devriminin gerçekleşmesiydi. Sosyalizme varmak için zorunlu
olarak aşılması gereken bir aşama olan kapitalizmin yokluğunda kapitalizmi
kurma görevi bir burjuva devrimine veriliyordu. Böylece Rusya, çarlığın feodal
zincirlerinden kurtulacak ve kapitalizm serpilecekti. “Bu, Menşeviklerin
çizgisiydi.” Menşeviklerin görüşüne göre “Marx, Batı Avrupa’nın tarihsel
ilerlemesini takip ederken aynı zamanda Rusya da dâhil olmak üzere diğer
ülkelerin de izlemeye yazgılı olduğu rotayı ortaya koyuyordu.”
Ancak “Marx’ın kendi iddialarının daha ılımlı olduğu gözlenebilir. Otechestvenniye zapiski editörlerine
yazdığı bir mektupta (Kasım 1877) Kapital’de vardığı sonuçların istisnasız tüm
ülkelere uygulanması eğilimine, kendisinin tüm yaptığının Batı Avrupa
kapitalizmini analiz etmek olduğunu söyleyerek karşı çıkıyordu:
‘Çarpıcı bir biçimde benzer olan ancak farklı tarihsel bağlamlarda
gerçekleşmiş olaylar tamamen farklı sonuçlara yol açabilir. Bu evrimlerin her
birini ayrı ayrı çalışıp onları karşılaştırarak bu olguyu anlamanın anahtarı
kolayca bulunabilir; ancak biri bu anlayışı, fazileti tarihsellik-üstü
olmasında yatan bir tarihsel-felsefi teorinin maymuncuğunu kullanarak asla elde
edemez.’
Menşevikler –Lenin hariç tüm büyük Rus sosyal demokratlarını bünyesinde
barındıran grup- Marx’ın bu konuya ilişkin söylemiş olabileceği her şeyi […]
Marx’ın doktrinleri haline getirdiler. Otokrasinin düşüşünden sonraki aşama demokratik
cumhuriyet olacaktı, çünkü Marx öyle olacağını söylemişti –ya da böyle söylemek
istediği kolaylıkla varsayılabilir. [… Ancak] Marksizmin, bu doktrini
benimseyen Rus devrimcilerinin çoğunluğu üzerinde, paradoksal bir biçimde,
onları zararsız, silahsızlandırılmış hale getiren bir etki yarattığı
söylenebilir. [Onlara göre] Marksizm pratikte
kaçınılmaz bir biçimde otokrasinin çöküşünü takiben görece uzun bir ‘burjuva’
demokrasisi dönemini ileri süren –doğal olarak devrime karşıt olan- bir evrim doktrinidir.”
Tüm bu teorik temellendirmelere dayanarak Rus popülistlerin ve
Menşeviklerin 1917 yılındaki görüşlerine göre Bolşeviklerin devrim planları
“anti-tarihsel ve objektif olarak başarısızlığa mahkûm”du. Ancak diğer taraftan
Menşeviklerin tarih görüşleri, “Isaac Deutscher’in sözleriyle ‘deterministti ve
bu yüzden hatalıydı’. Onların Marksizm anlayışıyla Lenin’inki arasındaki esas
fark şuydu: Lenin, onlardan farklı olarak feodalizm, kapitalizm, sosyalizm
silsilesinin Rusya için geçerli olduğunu kabul etmiyordu. Ya da sözlü olarak
kabul etse de bu görüşe Menşevikler ve hatta Marx için ifade ettiği anlamın
dışında bir anlam vermenin bir yolunu bulmuştu. […] 1905 itibariyle
Bolşeviklerin politik programı olarak ‘işçilerin ve köylülerin demokratik
diktatörlüğü’nün kurulması, Lenin’in iktidar yürüyüşünde oldukça açık bir
biçimde ifade edilmişti […]. Lenin ‘burada ve şimdi’ olan toplumsal devrim
mücadelesini, geri kalan herkesin anladığı biçimiyle Marksizmin asli bir
parçasını oluşturan üretim aşamalarının ardıllığı teorisiyle nasıl bağdaştırdı?
Basitçe, teorisini ekonomik ve toplumsal gelişim alanından ayırıp devrimci
taktik alanına yerleştirerek.” Lenin ve Menşevikler, bir burjuva devriminin
sosyalist devrimi öncelemesi konusunda anlaşıyorlardı ancak Menşevikler için bu
burjuva devrim süreci kapitalizmin tam gelişimini sağlayacak ve belki de bir
yüzyıl sürecek bir demokratik rejimin kurulması anlamını taşıyorken, Lenin için
burjuva devrimi, burjuvazinin ne onun öncüsü olduğu ne de ondan herhangi bir
biçimde faydalanabildiği, mümkün olan en kısa sürede sosyalist bir devrime
götürecek koşulların oluşmasını sağlayacak demokratik bir rejimin tesisinden
başka bir şey değildi. “Onun için devrimin –aslında tek bir devrim- ardışık
aşamaları yalnızca onun, düşmanlarının hakkından teker teker geldiği stratejik
bir araçtı. Doğru, konuya ilişkin Ekim 1917 öncesi yazılarında Lenin ara sıra
sosyalist devrimin ekonomik ön koşullarına gönderme yapıyordu ancak genellikle
hemen ilgisi bu alandan kayıyor ve meselenin salt politik veçhelerine
odaklanıyordu.”
1921’de Bernstein Lenin’i şu şekilde eleştiriyordu:
“[Bolşevikler,] eylemlerinde nesnel toplumsal koşullar faktörünü neredeyse
tamamen göz ardı ediyorlar… Tarihte iradenin rolü Bolşeviklerin gözünde
neredeyse sınırsız görünüyor. Bolşeviklerin siyasetinin ölümcül zayıflığı,
devrimci reformcunun iradesinin önünde kesinlikle hiçbir engel yokmuş gibi
davranmalarında yatıyor…”
Ancak Lenin’in (ve Bolşeviklerin) devrimci görevi onu “nesnel gerçekliği
umursamamaya sevk etmez. O, kendi iradesinin ve devrimci yoldaşlarının
iradelerinin nesnel koşullara üstün gelebileceğini iddia etmez; İddia ettiği
şey, nesnel koşulların devrimci iradenin uygulanmasına uygunluğudur. Gerçekleştiği
zaman ‘savaşım’, iradenin iradeye karşı savaşımı olacak, iradenin nesnel
gerçekliğe karşı savaşımı değil.”
“Özetlersek, […] Bolşevizm, yalnızca 1917’den ya da 1929’dan beri değil
ancak ta en başından beri insan iradesinin tarihin Demiurgos’u olduğunun
önemine vurgu yaptı. Eğer Lenin eski toplumsal düzeni tamamen yıkıp tepeden
tırnağa yeni bir toplum kurmaya çalıştıysa, bu Menşevik eleştiricilerinin iddia
ettiği gibi insan iradesini nesnel olgulara üstün saydığı için değil, ama
Tkachev ve kendinden önceki diğerleri gibi Rusya’nın durumunda nesnel olguların
ona uygun olduğunu hissettiği içindi.”
Girizgâhın çözümlenmesi
Yukarıda Costello’dan alıntıladığım fikirlerin Marx’a uygunluğunu göstermek
için iki alıntı yapacağım. Birincisi “Louis Bonaparte’in On Sekiz Brumaire’i”nden
ünlü bir pasaj:
“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi
seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde
buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş
kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.”
Burada Marx, insanın tarihin salt pasif (edilgin) bir nesnesi olmadığını,
ancak insanın tarihi yaptığını, ancak bunu idealist bir biçimde, zihinlerine
geldiği gibi, “ol dedi, oldu” biçiminde değil, verili durumun somutluğunda,
geçmişten gelen koşulların tarihselliğinde, bu şartlar altında yaptığını
belirtir. Somut koşullar kendilerini bir biçimde dayatır ve insanlar bunlara
göre eylerler. Bu, Marx’ın iradeyi çöpe atmadığını, tarihin insanüstü ya da
insan-dışı güçlerin oyuncağı olmadığını, ancak insan iradesinin de sürece dâhil
olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Nitekim zaten Marx da Engels de toplumsal
dönüşümün dizginlerini kendilindenciliğin ellerine bırakmış olsalardı hayatları
boyunca komünizm için siyasal alanda da mücadele etmiş devrimciler değil,
yalnızca kapitalizmin yıkılışını öngörmüş ve yanılmış kâhinler olurlardı.
Diğer alıntı “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”dan:
“İnsanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar; çünkü
yakından bakıldığında her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi ancak onu
çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da oluşmakta olduğu
yerde ortaya çıkar.”
Bu da demek oluyor ki eğer ortada bir sorun varsa ve sorun zihinleri meşgul
etmeye başlamışsa, onu çözüme bağlayacak nesnel koşullar ya oluşmaktadır ya da
oluşmuştur. İşte iradi mücadele bu aşamadan itibaren başlar. Voluntarizm,
koşulların ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren her gelişmeyi devrimin hanesine
yazmak için mücadele eden ve koşullar oluştuğunda da devrimi yapabilecek kadar
biriktirmiş olan devrimci pozisyondur. Nesnel koşullar ve irade arasında
“hangisi ne kadar etkilidir?”, “nesnel koşullar daha az etkilidir”, “irade daha
çok etkilidir” türünden bir ilişki kurmak pek mümkün görünmüyor. Bu iki etken
aynı kategoriye dâhil olmadıkları için hangisinin yüzde kaç etkili olacağını
belirleyebilecek bir ölçü bulunmuyor. Nesnel koşullarla irade arasındaki ilişki
bir üstünlük ya da yüzde olarak ağır basma ilişkisi değildir. Nesnel koşulların
oluşmamış olduğu durumda iradecilik hiçbir şeyi değiştiremez. Ancak nesnel
koşulların oluşmuş olduğu durumda irade ortaya konulabildiğinde bir dönüşüm
gerçekleştirilebilirken irade ortaya konulmadığında toplumsal dönüşüm kuvveden
fiile geçemez. Dolayısıyla tek başına nesnel koşulların devrimci bir dönüşümün yeter
koşulu olmadığını söyleyebiliriz.
Nesnel koşulların uygun olmadığının düşünüldüğü Rusya’da sosyalist bir
devrim gerçekleşti. Bu devrimin gerçekleşmesi, iradenin nesnel koşullardan daha
üstün ya da daha etkili olduğunu değil, ancak nesnel koşulların hâlihazırda
zaten oluşmuş olduğunun göstergesiydi. Demek ki en teorik dimağlar bile nesnel
koşulların oluşup oluşmadığını ve nesnel koşulların oluşmasının bir devrim için
yeter sebep olup olmadığını ortaya koyamıyor. Bolşevik devrimi, devrimin nesnel
koşullarının hâlihazırda oluşmuş olduğunu gösterdiği gibi (aksi halde devrim
gerçekleşemezdi) Bolşeviklerin voluntarizmi, sosyalist devrimin kuvveden fiile
geçmesini sağladı. Toplumsal dönüşümün tüm yükünün insanların kendi iradelerini
dışsallaştırdıkları bir sürece, nesnel koşulların ve dış etkenlerin insafına
bırakıldığı durumda ise toplumsal dönüşümün kaderi, karşıt sınıfların
iradelerinin belirlemesine açılmış, devrimcilik pasifizmle ikame edilmiş olur.
Somut koşullar sorunun sorulduğu yerde vardır ya da oluşmaktadır. Mesele,
devrimci iradenin olup olmadığıdır.
Çözüm
E. Ahmet Tonak, Erol Katırcıoğlu’nun sorduğu soruya cevap vermiyor.
Amacının soruya cevap vermek olmadığını, ilk iki paragrafta dile getirilen
iradecilik tartışmasının kendisini daha çok ilgilendirdiğini belirtiyor. Solun
bölünmüşlüğü ve HDP ile Türkiye solunun ilişkisi asli ve meşru bir soru olarak
ortaya atılmışken Tonak’ın yazının eksenini oluşturmayan bir teorik tartışmaya
girmesi ve bunu da çok yüzeysel yapması sorunun öneminin göz ardı edilmesi
olarak kendini dışa vuruyor. Tonak’ın tutumu siyasal ya da bireysel bir tercih
olabilir ya da amacı teori üzerine bir zihin egzersizi olabilir. Veyahut asıl
amaçladığının Türkiye’de solun bölünmesinin ve bir araya gelmemesinin
sebeplerinin (sadece) “irade” kaynaklı olmayıp, ancak birçok nesnel koşulun
etkisiyle olduğunu ve halen süregelen bölünmenin de bu nesnel koşullar
nedeniyle devam ettiğini, salt iradi süreçlerin bu nesnel koşullar üzerinde
baskın bir etkisi olamayacağını belirtmek ve bunu da teorik olarak
temellendirerek bölünmüşlüğü gerekçelendirmeye çalışmak olduğunu
söyleyebiliriz.
Katırcıoğlu’nun “iradi kararlar” ve “dışsal faktörler” üzerine
yazdıklarının fazlaca sığ ve teorik olarak yanlış olduğu yukarıda
yazdıklarımdan zaten çıkarsanabilir. Tonak’ın haklı olarak eleştirdiği gibi
solun bölünmüşlüğünün sebebini darbe eksenindeki konumlanmalar olarak açıklamak
da oldukça yetersiz ve özensiz. Ancak sorduğu bir soruyu, hatta yanlış sorduğu
bir soruyu düzelterek Türkiye soluna, kendine “sosyalist” diyen örgüt ve
bireylere yöneltmenin oldukça hayati olduğunu düşünüyorum. Katırcıoğlu’nun
vurgulayarak sorduğu “HDP, ne söylemiyor da siz söylüyorsunuz ya da aynı anlama
gelmek üzere siz ne söylüyorsunuz da HDP söylemiyor?” sorusunun doğru hali şu
olmalı: “HDP ne söylüyor da siz
söyleyemiyorsunuz?”
HDP’ye dâhil olmak ya da seçimlerde desteklemek bir yana, HDP ile herhangi
bir biçimde yan yana olmaktan imtina eden solcuların ve sözüm ona
sosyalistlerin solda birlik için mücadele etmeleri için daha hangi nesnel
koşulların oluşması gerekiyor? Belki de sorun onlardaki bir devrimci irade
eksikliği sorunudur. Belki de herkes kendi küçük krallığında mutludur ve düzen
partilerini eleştirirken düzen partisi olarak konumlanmış olmaktan
gocunmuyorlardır. Belki de şu gerçekle yüzleşmekten kaçınıyorlardır: Solda
birlik adım adım gerçekleşecek olsa solun karşılaşacağı nihai sorun, solda
birliğin önündeki en büyük engel olarak “Kürt sorunu” ve “Türk şovenizmi”. Ve
belki de bunlar hepsi birden bir musibet olarak Türkiye solunun üzerine
çökmüştür.
Dipnotlar
[1] Katırcıoğlu, E. (2021, Eylül 12). Solun Bölünmüşlüğü ve HDP. Yeni
Yaşam. http://yeniyasamgazetesi2.com/solun-bolunmuslugu-ve-hdp/
[2] Tonak, E. A. (2021, September 13). “Solun bölünmüşlüğü ve
HDP”* üzerine…. Sendika.Org.
https://sendika.org/2021/09/solun-bolunmuslugu-ve-hdp-uzerine-631073/
[3] “Voluntarizm” kavramı “iradecilik” olarak çevriliyor olsa da aslında “bir
şeye gönüllü olma, inisiyatif alma” gibi anlamları da içerdiği için olduğu gibi
kullanmayı tercih ediyorum.
[4] Costello, D. P. (1961). Voluntarism and Determinism in
Bolshevist Doctrine. Soviet Studies, 12(4), 394–403.
https://www.jstor.org/stable/148820
Yorumlar
Yorum Gönder