Kaynak: https://umutgazetesi34.org/arsivler/59994
Normal şartlarda zaten oldukça hareketli ve yakıcı olan Türkiye gündemini son haftalarda büyük oranda iki konunun işgal ettiğini söylersek yanılmış olmayız. Bunlardan biri ülkenin birçok bölgesini etkileyen “doğal” afetler, bir diğeri de bilinçli bir şekilde yaratılmış olan mülteciler gündemi. Her iki konuda da neyin ne olduğu, takınılması gereken tutumun, izlenmesi gereken yolun ne olduğuna yönelik çokça yazıldı, çizildi. Ancak önümüzdeki aylarda ve hatta yıllarda siyasal ajandada önemli bir yer tutacağını düşündüğümüz mültecilik konusunda bazı hususları (sosyalistler tarafından her ne kadar açık ve seçik olarak bilinse de) tekrar etmenin gerekli olduğunu düşünüyorum: Repetita iuvant.
Mülteciler konusunda vicdani
yaklaşım
Toplumda alttan
alta beslenen ve biriken mülteci rahatsızlığının bir mülteci düşmanlığı
boyutuna ulaşarak açıktan ırkçı/şovenist saldırılara dönüştüğü bir sürecin
içinden geçtik ve geçmeye devam etmemizin önünde de henüz bir engel yok.
Mültecilere yönelik sanal, sözlü ve fiziksel saldırıların önüne geçmeye yönelik
girişimlerin birçoğu mültecilerin yaşam koşullarının hiç de iyi olmadığı, zor
şartlarda yaşayıp çalıştıkları, savaştan kaçmış oldukları, toplumda hor görüldükleri
ve tacizlere, saldırılara uğradıkları, birçok sosyal haktan yoksun oldukları
üzerinde temellendiriliyor. Bu tür girişimleri, medyadan, mültecilerle yapılan
röportajlardan, mültecilerle çalışan uzmanların tecrübe aktarımlarından, konuya
yönelik hukuki yaklaşımlardan sıkça görüyoruz.
Mültecilerin
büyük çoğunluğu toplumun ve işçi sınıfının en alt, en fazla ezilen ve sömürülen
tabakasını oluşturuyor. Bu su götürmez bir gerçek. İnsan olmamızdan mütevellit
mültecilerin yaşadıkları zorluklara, maruz kaldıkları kötü muamele ve hak
ihlallerine, içinde bulundukları yaşam koşullarına göz yummamız elbette
beklenemez. Ancak konuyu salt ahlaki/vicdani bir perspektiften, hatta “insan
hakları” temelinde ele almak, asıl sorunu görmemize engel olabileceği gibi
sorunun çözümüne yönelik izlenmesi gereken siyasal hattı da bir kenara kaldırma
riski barındırıyor. Böylece sorunun çözümü salt bireysel bir insani sorumluluğa
indirgenebiliyor. Ancak ne konu bu kadar basit ne de vicdan toplumsal
sorunların çözümünde yeterince güçlü ve doğru bir araç.
AKP’nin dış politikası ve
mülteci sorununun gelişimi
Türkiye’nin
mültecilikle sorunlu ilişkisinin Suriye savaşı ile başladığını, Suriye
savaşının önde gelen müsebbiplerinden birinin de AKP hükümeti yönetimindeki
Türkiye devleti olduğunu söylersek yanılmış olmayız. AKP’nin yeni-Osmanlıcı
sömürü girişimlerinin sebep olduğu savaşın sonuçlarından biri, milyonlarca
insanın Suriye’den kaçması oldu. AKP, Suriye’deki başarısızlığının ve bu
başarısızlığın iç siyasette yarattığı krizlerin sorumlusu olarak görülen
Davutoğlu’nun başbakanlıktan ve partiden atılmasından sonra da Suriye
siyasetine aşağı yukarı aynı çizgide devam etti. Zaten daha sonra Davutoğlu da
Suriye’de Erdoğan’ın talimatları dışında bir yol izlemediğini açıklayacaktı [1].
Yani Suriye politikası genel olarak ısrarla sürdürülen bir Erdoğan ve AKP
politikasıydı. Elbette Suriye politikasına olduğu gibi diğer çevre ülke (Libya,
Azerbaycan, Kıbrıs, Afganistan) politikalarına da yön veren yeni-Osmanlıcılığı
sadece geçmişteki büyüklüğe özlem, bir nostalji ya da salt iktidar arzusu şeklinde
ele alarak çözümlemek yeterli değil. Bunun yanında, iktidar ve iktidara yakın
sermaye gruplarının bu uluslararası müdahalelerden elde edecekleri çıkar belki
de denklemin en önemli parçasını oluşturuyor.
Benzer biçimde Haziran
ayında gerçekleşen NATO zirvesindeki Biden-Erdoğan görüşmesi sonucunda
Türkiye’nin Afganistan’ın Kabil Havalimanının güvenliğini sağlamaya talip
olması konusundaki genel kabul gören gerekçelendirme, bunun Türkiye’nin uzun
zamandır ABD ile olan gerilimli ilişkisini düzeltme girişimi olduğu yönündeydi.
Bu önemli bir etken. Ancak iktidara yakın yazar ve yorumcuların Afganistan’da
bulunmayı gerekçelendirmeleri farklı şekillerde ortaya çıkıyordu. Kimileri için
bu bir anlamda Afganistan’daki siyasal ve toplumsal süreçlerde etkin rol alma
fırsatı [2], kimine göre “Türkiye’ye
olağanüstü yeni güç alanları sunması”, “Osmanlı’nın dağıtılmasından sonraki,
aynı güç iddialarına sahip ilk dönüş ve yükseliş”, “dünyanın merkez ülkelerine
yöneltilen meydan okuma” [3], kimi içinse jeopolitik bir gereklilik olarak Türkiye’nin
“Asya’nın Kalbi” Afganistan’da “bir şekilde” bulunmak istemesiydi [4]. Kısacası,
Suriye’de istediklerini elde edilemeyen AKP, aynı saiklerle rotayı bu defa Afganistan’a
çevirmişti. Bu genel dış politikayı iktidar ve ona yakın sermaye gruplarının
çıkarlarından bağımsız düşünemediğimiz gibi temel motivasyonun da bu sınıfsal
çıkarlar olduğunu söyleyebiliriz: Müdahale edilen ülkelerde gerçekleştirilen
inşaat projeleri [5, 6, 7], IŞİD petrolü meselesi [8], Suriye’nin yağmalanması iddiaları
[9], vb.*
İşte filler bu
uluslararası arenada kendi çıkarları için tepişirken ezilen çimen Suriyeli ve
Afgan mülteciler oldu ve savaştan kaçanlar soluğu Türkiye’de aldı. Bu zaten
öngörülebilir bir durumdu.
İktidarın iç siyaseti ve
mülteciler
AKP iktidarı,
başından beri pek de değişmeyen biçimde, mültecilere yönelik siyasetinde
Türkiye’nin “güçlü bir ülke” olarak “mazlumların sığınağı”, mültecilerin de
“din kardeşlerimiz” olduğu yönündeki hoşgörülü söylemi takip etti. Bu söylem
bir anlamda insan hakları temelinde yürütülen bir mülteci politikası olarak
düşünülebilir. Zaten İkinci Dünya Savaşı sonrasında BM tarafından kabul edilen
ve mültecilerin hukuki statüsüne ilişkin olan Cenevre Sözleşmesi’nin temel
dayanağı da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ydi.
Ancak
görünen/söylenen ile hakikat arasında bariz farklar olduğu iktidarın göçmen
siyasetindeki uygulamalarıyla açığa çıktı. İktidarın mültecilerle ilişkisi,
insan hakları evrensel beyannamesi tarafından şekillenen bir mülteci politikası
yerine mültecilerin dış siyasette tamamen araçsallaştırıldığı bir durum halini
aldı. Mülteciler, AB ile ilişkilerde bir taraftan Avrupa’nın sınırları açmakla
tehdit edildiği bir tehdit unsuru olarak kullanılırken bir taraftan da AB’den
(nasıl harcandığı tam olarak bilinmeyen) fon alma aracı olarak kullanıldı.
Diğer taraftan
dış siyasette izlenen yol ve sonuçları seneler içerisinde bir iç sorun haline
geldi ve mülteciler de bu sorunun nesnesi oldu. İktidarın kötü ekonomi
yönetimiyle ülkenin içine battığı ekonomik krizin bir sonucu olan işsizlik ve
azalan refahın, kötü yaşam koşullarının, daralan sosyal hizmetlerin faturası
göçmenlere kesildi. İktidar tarafından bilinçli bir biçimde tam olarak koruma
altına alınmayan ve güvencelileştirilmeyen mülteciler, toplumdaki en kötü
işleri yapmak, en düşük ücretlerle en uzun süre ve en ağır koşullarda çalışmak
zorunda olan grup konumuna geldi. Herhangi bir güvencesi olmayan mülteciler,
hayatta kalmak için kimsenin gönüllü olmak istemeyeceği koşullara sahip işleri
yapmak zorunda kalınca (özellikle de sigortasız kayıt dışı çalışma) işgücü
piyasasındaki rekabet bazı işkollarında ücretlerin düşmesine sebep olurken
sermaye sahiplerinin kârlarının artmasını sağladı.
Mültecilere
yönelik milliyetçi tepkinin yükseldiği günlerde AKP Genel Başkan Danışmanının yaptığı
“Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker” [10] açıklamasını, Emine
Erdoğan’ın kuzeni olan Ankara Ticaret Odası başkanının “Türkiye'de işsizlik var
ancak eleman aradığınızda kimse başvurmuyor, başvursa da işi beğenmiyor” [11]
açıklamasından bağımsız düşünmemek gerekiyor. Zira açıklamanın devamında “Nitelikli
ara eleman istihdam etmek için önemli bir maliyet üstlenen tüccar ve
sanayicimiz, bu maliyeti üstlenmeden kayıt dışı istihdam sağlayanlarla rekabet
etmek zorunda kalıyor” [11] diyen ATO başkanı, yerli emekçi ile mülteci
emekçinin piyasada nasıl karşı karşıya geldiğini ve kârını arttırmaya çalışan
kapitalistin kimi tercih ettiğini, kâr etmek isteyen kapitalistin eğer yerli
emekçiyi istihdam edecekse çalışma koşullarında kötüleştirmeye gitmesinin
normal olduğunu itiraf etmiş oluyor. Dolayısıyla “beğenilmeyen” işlerin zaten
insanca çalışma şartlarına sahip olmadığını söyleyebiliriz. Yani emekçiye dayatılan
aslında “Bu insani olmayan koşullarda çalışmayı kabul ediyorsan çalış,
etmiyorsan kapı orada!” oluyor. Bu konuya birazdan tekrar döneceğiz çünkü bu
sorun, mülteciler üzerine takınmamız gereken tutumun esasını oluşturuyor.
Mülteciler konusunda muhalefetin
tavrı
Mültecilere
yönelik tepki ve saldırıların fitili, CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu
tarafından yapılan “geri gönderme” açıklamasına paralel ateşlendi diyebiliriz.
16 Temmuz’da Suriyelileri kendi ülkelerine göndereceğini açıkladıktan sonra [12]
kamusal alanda mültecilere karşı geniş bir propaganda başladı. Muhalefet,
dünyada popülist partilerin seçimlerdeki başarılarından feyzalmış olacak ki
toplumdaki mülteci karşıtı milliyetçi refleksleri kaşıyarak çıkar elde etmeye
çalıştı. Gerçi muhalefet zaten uzun süredir sağ popülizmi benimsemiş bir
biçimde kitlelerin taleplerine yönelik bir söylem biçimlendirme yolu izliyordu.
Böylece de milliyetçi ve/veya muhafazakâr kitleden oy devşireceğini düşündüğü
ilkesiz bir siyaset anlayışına saplanmış durumdaydı. Mültecilere yönelik
açıklamalar da bu stratejinin bir uzantısıydı. Ancak şu da bir gerçek ki mevzu
sağ popülizm olunca bu konuda çok daha başarılı partiler ve onların çok rahat
mobilize edebileceği kitle tabanları varken CHP’nin bu fırsatçılığının (ve
ateşle oynamasının) önünde sonunda toplumsal muhalefete, CHP ve ittifakta
bulunduklarına dönmesi çok olası görünüyor.
Hatta bu süreçte bazı
“komünist” partiler, muhalefetin mülteci karşıtı milliyetçi damarı kabartması karşısında
toplumda yükselen şovenist ve mültecilik karşıtı tepkilere tam karşıdan ve sert
bir biçimde cevap vermeleri gereken yerde mülteci meselesini bir kenara
bırakmış, tedbirli olma ve sağduyuyla hareket etme çağrısı yapan ve mülteci
meselesine genel anlamda sol bir perspektiften yaklaşan bazı alternatif medya
gruplarına ve gazetecilere yönelik “fonculuk” saldırılarına destek vermiş ve
böylece anti-şovenist tepki fırsatını kaçırıp bu fırsatı sağ popülizme feda etmiş
ve talihsiz bir biçimde mülteci karşıtlarıyla aynı safa düşmüş oldular.
Kısacası mülteci meselesinde, parlamenter ve toplumsal muhalefetin büyük bir
kısmı bir biçimde sağ popülist bir paradigmaya hizmet ettikleri başarısız bir
sınav verdiler.
Kısıtlı kaynaklar sorunu
Mültecilere
yönelik tepkinin gerek işçi sınıfı içinde gerekse muhalif orta-üst katmanlar
içinde ortak noktasının aslında bir kısıtlı kaynaklar sorunu olduğunu
söyleyebiliriz. Yerli işçi sınıfı açısından mültecilerin iş olanaklarından
yararlanmaları, düşük ücretlere sigortasız çalışmaları nedeniyle yerlilerin iş
bulamamaları, iş bulsalar da mültecilerin düşük ücretlerle işgücü piyasasında
ücretleri düşürmeleri, vb. genelde karşımıza çıkan argümanlar oluyor. Diğer
taraftan aslı olmasa da mültecilere yönelik nefreti besleyen iddialar arasında
mültecilerin üniversitelere sınavsız alınması, istedikleri okula kayıt
yaptırabilmeleri, sağlık hizmetlerinden ücretsiz faydalanabilmeleri, çocuk ve
erzak yardımı almaları, kendilerine maaş bağlanması, vb. bulunuyor. Tüm bunlar,
ülkede özellikle temel hakları ilgilendiren kaynakların sınırlı olduğu ve
bundan ülke vatandaşları faydalanamazken mültecilerin faydalanabiliyor olduğu
üzerinden kurulan bir propagandaya işaret ediyor.
Kısıtlı kaynaklar
ve bunun bölüşümü sorunu siyaset felsefesinin de adalet teorisinin de temel
sorularından birini oluştururken sosyalistler açısından sorun, kısıtlı
kaynaklardan ziyade (kaynakların sınırlı ya da sınırsız olduğu tartışması bir
yana) bir sömürü sorunu olarak ortaya konmaktadır. Mevcut durumda toplumsal
zenginliğin paylaşımında ortaya çıkan sorunlar ve mültecilere yönelik tepkinin
temelinde yer alan sınırlı kaynaklar sorununun esas sebebi mültecilerin varlığı
değil, sermaye sınıfının toplumsal çıktının çok büyük bir bölümüne kendisi için
el koyarken mülteci ya da vatandaş, sömürdüğü herkesi insanlık dışı koşullarda
yaşamaya mahkûm etmesidir. Mültecilerin varlığının toplumun büyük bir kesimi
tarafından bir sorun olarak görülmesinin hem ülkenin içinden geçtiği ciddi
ekonomik krizle hem de bu süreçte sermaye sahiplerinin kârlarını büyük oranda
arttırarak toplumsal gelir adaletsizliğinin belki de ülke ve dünya tarihinin en
yüksek seviyesine çıkmasıyla eş zamanlı olması bunun en net göstergesi olarak
karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla ülkemiz işçi sınıfı saflarında da ortaya
çıkabilecek herhangi bir mülteci karşıtı tepkinin asıl adresi mülteciler değil,
yönetici sermaye sınıfının ta kendisi olmalıdır.
Ülkemiz tarihi, yönetici
sınıfların toplumsal sorunlardaki sorumlulukları konusunda kendi çıkarlarını
korumak adına dikkatleri kendi üzerlerinden kaydırarak sömürülen sınıfları
birbirlerine düşürmedeki başarılı girişimleriyle dolu. Bu defa da yaşadığımız
bundan farklı değil.
Mülteciler işçi sınıfının bir
parçası mı?
Sosyalist
mücadele, işçi sınıfının sermayeye karşı enternasyonel (uluslararası) birliği
ile yürütülür. Bu nedenle işçi sınıfı, mücadelesinin daha en başında dünyayı,
toplumsal ilişkileri ve toplumlar tarihini uluslar temelinde değil, sınıflar
temelinde ele alarak düşünmeyi esas kabul eder. Mücadelesinin bir ulusa karşı
değil, bir sınıfa karşı; bağlılığının bir ulusa değil, sınıfına olduğunun da bilincindedir.
Bu nedenle de toplumda yükselen mülteci karşıtı ırkçı tepkiler en basit
anlamıyla bir “yanlış bilinç” durumuna tekabül eder ki bu, toplumsal ilişkilere
egemen olan hakikati görememek, sadece görünüme hapsolmak anlamına gelir.
Yapılması
gereken, “mültecilik” durumuna, savaşlara ve kısıtlı kaynaklar sorununa sebep
olan**, toplumda yerli-mülteci karşıtlığını besleyerek çatışma yaratan sermaye
sınıfına ve onun temsilcisi olan iktidara karşı Suriyeli, Afgan, Türkiyeli
işçilerin birlik içinde ve ortak hareket etmeleridir. Sınıfsal bir tutum bunu
gerektirir, çünkü hangi ulus ya da etnik kökenden olursa olsun üretim
ilişkileri içindeki konumları, bu insanları aynı sınıf içinde konumlandırır.
Ancak bu birlik, sözün söylediği kadar kolay değildir. Bazı sınıf kavramsallaştırmaları,
üretim sürecinde bulunulan durumun benzer çalışma ve yaşam koşullarına sebep
olduğunu, bu nedenle de sınıf üyeleri arasında aynı zamanda bir ortak kültür
olduğunu öne sürebilir. Yani ortak kültür, ortak yaşam deneyimleri (buna sınıf
kültürü, işçi sınıfı kültürü ya da proletarya kültürü de denebilir) sınıf olma
durumunun bir önkoşulu (ya da sonucu) olarak ortaya konulabilir. Ancak bu ortak
kültür durumu mevcut koşullarda pek ikna edici görünmüyor. Türkiyeli işçilerin
Suriyeli ya da Afgan işçilerle işyerinde ya da mahallelerde çok rahat
ilişkilendiği bir durum olmadığı gibi sosyalist örgütler de Türkiyeli olmayan
işçilerle yeterli düzeyde ilişkilenebilmiş değil. Bunun temel sebeplerinden
birinin de gruplar arasındaki kültürel fark olduğunu söyleyebiliriz. Benzer
biçimde devrimci, muhalif, seküler işçilerle milliyetçi, muhafazakâr işçiler
arasındaki ilişkiler de istenilen seviyede değildir. Hatta Türkiyeli işçilerin
örgütlendikleri sendikalar da bu farklı kültürel arka plana göre çeşitlilik
gösteriyor. Dolayısıyla sermaye ile ilişkileri içinde sınıfın varlığından
bahsedebilmek için “ortak kültür” koşulunu bir kenara koymak gerekiyor çünkü bu
koşul gerçekçi olmadığı gibi bir geçerliliği de yok gibi görünüyor.
Kapitalizmin ilk
dönemlerinde işçi sınıfının belli şehirlere belli yerlerden geliyor oluşu, aynı
mahallelerde aynı etkenlere maruz kalıyor oluşları, bir arada yaşama ve benzer
sosyo-ekonomik seviyelere ait oluşları ortak bir kültüre tabiiyet ya da ortak
bir kültürün oluşumunu sağlıyordu. Ancak günümüzde emeğin küresel sömürüye tabi
olduğu ve sermayenin sömürmek için emeğin herhangi bir öznel niteliğine
bakmadığı durumda ortak kültür sınıfın bir koşulu olamaz (hatta ortak kültür
hiçbir zaman sınıfın bir özelliği olmamıştı), aksine sınıf bilincinin ve sınıf
örgütlenmesinin önünde bir engel haline gelmektedir. Sınıfı koşullayan ise üyelerinin
sermaye ile ilişkileri ve üretim sürecinde işgal ettikleri konumdur. Bu nedenle
mülteci işçiler, yerli işçilerle aynı sömürü ilişkilerine tabi olmaları,
çelişki içinde bulundukları sınıfın aynı olması nedeniyle aynı sınıfa aittirler
ve çıkarları ortaktır.
Ne yapmalı?
İktidar ve temsil
ettiği sermaye sınıfı bir taraftan mülteci işçileri yerli işçilerin ücretlerini
düşürmek, sosyal haklarını biçmek için bir şantaj unsuru olarak kullanırken yerlileri
de mülteciler için bir “pogrom” tehdidi olarak kullanıyor. Sınıf içerisinde
ortak bir mücadele hattı örgütlemek ve yükselen ırkçılığın, şoven saldırıların
önünü almanın yolu siyasal ve toplumsal alanda mülteci karşıtlığıyla mücadele
etmekten, bu söylemi ve eylemi baskın kılmaktan, esas sorumluların (ister iktidar,
ister muhalefet görünümüne bürünmüş olsun) sermaye sınıfı olduğunu
vurgulamaktan geçiyor. Salt teşhirin toplumun ihtiyaç duyduğu niteliksel
dönüşümü gerçekleştiremediğini uzun zamandır deneyimliyoruz. Bu da kamusal
alanda görünür olmanın, kamusal alandaki fiili mücadelenin önemini bir kez daha
gün yüzüne çıkartıyor.
Ancak işçi
sınıfının ortak örgütlenmesinin önündeki somut engelleri kaldırmanın ve sermaye
sınıfının mültecileri işçi sınıfına karşı bir tehdit unsuru olarak kullanırken
mültecileri de toplumun en düşük yaşam koşullarına mahkûm etmesinin önüne
geçmenin tek yolu, mültecilerin çalışma ve sosyal güvenlik haklarını (sigortalı
çalıştırma zorunluluğu, asgari ücrete tabi olma, tazminat, izin ve sendikal
örgütlenme haklarını) elde edebilmelerinden geçiyor. Aksi halde toplumun en
kırılgan kesimini oluşturan mültecilerden devrimci kahramanlık beklemek
gerçekçi olmayacaktır. Bu nedenle, sosyalistlerin, kendi ekonomik ve siyasal
mücadelelerinin yanında, mültecilerin haklarını elde edebilmeleri için de
(başlangıçta mültecilerle birlikte olsun ya da olmasın) mücadele etmeleri bir
zorunluluk gibi görünüyor.
Dipnotlar:
* Ben bu
satırları yazarken Taliban Kabil’e zorlanmadan girdi. Yeni koşullar içinde
haber kaynakları Türkiye’nin havalimanı güvenliğini sağlama planından
vazgeçtiğine yönelik haberler yazmaya başladı < https://t24.com.tr/haber/reuters-turkiye-kabil-havalimani-ni-koruma-planini-iptal-etti,972485 > MHP Genel başkanı Devlet Bahçeli ise
Türkiye’nin Afganistan’daki askeri varlığının devamının gerektiği ve Taliban
ile görüşmek dâhil her seçeneğin göz önünde bulundurulması yönünde açıklama
yaptı < https://t24.com.tr/haber/bahceli-sinirlarimiza-yigilan-afganlarin-ulkelerine-guvenliklerini-de-gozeterek-aynen-iadeleri-turk-milletinin-hakli-talebi-mhp-de-bu-goruste,972397 >
** İnsani
ihtiyaçlar göz önünde bulundurulduğunda, toplumun kaynakları ve zenginliği
potansiyel olarak kısıtlı olmasa bile kapitalizmde sınıflar arası bölüşümün
dengesizliği, nihayetinde sömürülen sınıfların payına düşen zenginlik üzerinde
bir kısıtlı kaynakların bölüşümü sorunu yaratır. Burada, kapitalist üretim
tarzının, “toplum için yeterli kaynaklar”ı, “sömürülen sınıflar için yetersiz
kaynaklar”a dönüştürdüğünü söylemekle yetineceğim.
[1] Davutoğlu:
Suriye’de Erdoğan’ın talimatları dışında bir yol izlemedim | Independent Türkçe
(indyturk.com) < https://www.indyturk.com/node/179431/haber/davuto%C4%9Flu-suriye%E2%80%99de-erdo%C4%9Fan%E2%80%99%C4%B1n-talimatlar%C4%B1-d%C4%B1%C5%9F%C4%B1nda-bir-yol-izlemedim >
[2] F-35 projesi
tamamen bitti mi? S-400'de masada hangi çözüm var? - Ne Oluyor? 20.06.2021 –
YouTube < https://www.youtube.com/watch?v=oCz9ghfbYyw >
[3] “Türkiye
dünyanın yarısıdır” İnsanlık, bu cümlenin altına çok şey yazacak - Yeni Şafak
(yenisafak.com) < https://www.yenisafak.com/yazarlar/ibrahim-karagul/turkiye-dunyanin-yarisidir-insanlik-bu-cumlenin-altina-cok-sey-yazacak-2058831 >
[4] Neden
Afganistan? Harita öyle istiyor!.. - Yeni Şafak (yenisafak.com) < https://www.yenisafak.com/yazarlar/nedret-ersanel/neden-afganistan-harita-oyle-istiyor-2058876 >
[5] Bakan Kurum,
Libya Yerel Yönetimler ile İskan ve İmar bakanlarıyla ayrı ayrı görüştü < https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/cevre-ve-sehircilik-bakani-kurum-libya-yerel-yonetimler-ile-iskan-ve-imar-bakanlariyla-ayri-ayri-gorustu/2206165 >
[6] Toki
Suriye'ye giriyor, O bölgeye 30 Bin konut - Yeni Akit < https://www.yeniakit.com.tr/haber/toki-suriyeye-giriyor-o-bolgeye-30-bin-konut-221818.html >
[7] Aliyev'den
Erdoğan'a Cengiz ve Kolin yanıtı: Onlar her yerde var (gazeteduvar.com.tr) <
https://www.gazeteduvar.com.tr/aliyevden-erdogana-cengiz-ve-kolin-yaniti-onlar-her-yerde-var-haber-1525625 >
[8] RT, IŞİD’in
Türkiye’ye petrol sattığının kanıtlarını yayınladı - 24.03.2016, Sputnik
Türkiye (sputniknews.com) < https://tr.sputniknews.com/20160324/ISID-Turkiye-Petrol-Suriye-RT-1021704064.html >
[9] Gazeteci
Serdar Akinan: İnanamayacağınız isimler Suriye'nin yağmalanmasında - Evrensel
< https://www.evrensel.net/haber/435946/gazeteci-serdar-akinan-inanamayacaginiz-isimler-suriyenin-yagmalanmasinda >
[10] Erdoğan'ın
danışmanı Aktay: Suriyeliler giderse ülke ekonomisi çöker (cumhuriyet.com.tr)
< https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdoganin-danismani-aktay-suriyeliler-giderse-ulke-ekonomisi-coker-1855405 >
[11] ATO Başkanı
Baran: Türkiye'de işsizlik var ancak 'işsiz' yok (cumhuriyet.com.tr) < https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ato-baskani-baran-turkiyede-issizlik-var-ancak-issiz-yok-1859649 >
[12] CHP - CHP
LİDERİ KILIÇDAROĞLU: “SURİYELİ KARDEŞLERİMİZİ, HUZUR İÇİNDE KENDİ ÜLKELERİNE
GÖNDERECEĞİZ” < https://www.chp.org.tr/haberler/chp-lideri-kilicdaroglu-suriyeli-kardeslerimizi-huzur-icinde-kendi-ulkelerine-gonderecegiz >
Yorumlar
Yorum Gönder