Kaynak: https://umutgazetesi34.org/arsivler/55178
Prekarya kavramı, son on yıldır kimi zaman sıkça
kimi zaman daha seyrek ama çoğunlukla proletarya kavramını ikame etmek amacıyla
karşımıza çıkıyor. Bu kullanımların amacı genelde ikame etmekten öte,
proletaryanın artık yok olduğunu ve yükselen “tehlikeli sınıf”ın prekarya
olduğunu ilan etmek. Kavramı kullananların tanımına göre prekarya, mevcut
ekonomik, siyasi ve sosyal yapı içerisinde kendini güvencesizlik ve
birikimsizlik üzerinden risk altında hisseden insanların oluşturmakta olduğu ya
da “oluşmakta olan bir sınıf”. Kısacası, kavramın savunucuları[1]
şu argümanı kabul edeceklerdir: Bir sınıf olarak proletarya küçülüp yok olurken
onun yerini alan sınıf prekarya olmaktadır. Prekarya, temelde ve en genel
anlamda, ayırt edici özellik olarak “güvencesizlik”le tanımlanır. Onu, yok olan
sınıf olan proletaryadan ayıran da bu güvencesizlik niteliğidir.
Pekiyi bu sınıf nasıl oluşur? Kavrama sınıf niteliği atfedenlerin bu
sınıfın oluşumunu yerleştirdiği yer 1980 sonrasıdır. Prekaryayı bir sınıf
olarak gündeme taşıyan Britanyalı akademisyen ve yazar Guy Standing için bunda
etken neo-liberalizmin piyasayı belirleyen ideoloji olması, bazıları için ise
daha çok internetin gelişimi ve otomasyonun sınıfsal dengeleri değiştirmesi.
Burada sorulması gereken iki soru olduğunu düşünüyorum. Birincisi, eğer
sınıfları üretim biçimleri belirliyorsa 1980 sonrasında dünyada egemen üretim biçimi
değişmiş midir? İkincisi ise prekaryayı proletaryadan tam olarak neyin
ayırdığıdır –ama öyle bir ayrım olmalı ki bu, prekarya yeni bir sınıf olarak
karşımıza çıksın.
İlk soruya herhalde hiçbiri “artık bir post-kapitalizm çağındayız”
demeyecektir. Halen kapitalizmin egemen üretim tarzı olduğu bir dünyada
yaşıyoruz. Bunu tartışmaya çok da gerek olmadığını düşünüyorum. Pekiyi, egemen
üretim tarzı halen kapitalizmse, yeni sınıf olan prekaryanın emeğini sömüren
karşıt sınıf hangisi? Elbette ki kapitalistler. Yani güvencesiz bir kurye,
çağrı merkezi çalışanı, part-time çalışan servis elemanı ya da taşeron işçisi…
Tüm bu işçilerin emeğini sömüren, sermaye sahibi olan kapitalistlerdir. Üretim
tarzı değişmedi, sömüren de değişmediyse sömürülen nasıl değişti, şimdi ona
bakalım.
Savunucularına göre “prekarya”, proletarya karşısına “oluşmakta olan sınıf”,
“yeni tehlikeli sınıf” olarak koyulurken “proletarya” ise 20. yüzyılın
sendikalı, güvencesi olan, maaşını gününde alan, sigortalı, emeklilik hakkına
ve diğer bir takım sosyal haklara sahip, çalışma saatleri düzenli ve belirli
olan fabrika işçisi imgesiyle ele alınıyor. Neo-liberal politikaların
biçimlendirdiği yeni piyasa ilişkileri tüm bu sosyal hak ve güvenceleri bir
kenara atmış, güvencesizliği egemen kılmıştır. Böyle bir durumda eski çalışma
ilişkilerinden, çalışma rejiminden, eski güvenceli ve “şanslı” işçilerden
bahsedemiyoruz. Gelmekte olan farklı, güvencesiz, birikimsiz, tedirgin ve
geleceği belli olmayan bir çalışanlar ya da fırsat buldukça çalışanlar kitlesi
var. İşte bunlar, o eski ve yok olmakta olan proletaryadan farklı olarak yeni
bir sınıf oluştururlar…
Ancak, Marksist yazın proletaryayı ve ona mensup olanları hiçbir zaman
yukarıdaki gibi güvenceli, toplumsal statü ve sosyal hak sahibi fabrika
işçileri olarak tanımlamamıştır.[2]
Proletarya, sözlük anlamıyla, hayatta kalmak için emek gücünden başka satacak
bir şeyi olmayan ve üretim araçlarından yoksun bireylerin oluşturduğu sınıftır.
Üretim ilişkileri içindeki konumu da kapitalist ile ilişkisinde sömürülen taraf
olmasıyla belirlenir. Şimdi böylesine açık bir tanımda prekarya kavramını ne
kadar evirsek de çevirsek de proletarya tanımının içinde kalırız. Ne kadar
güvencesiz olursa olsun, Marx’ın işçi sınıfı (proletarya) tanımı içerisinde,
prekaryanın üyesinin de hayatta kalmak için emek-gücünden başka satacak bir
şeyi yoktur, üretim araçlarına sahip değildir ve üretim ilişkileri içerisinde
artı-değer sömürüsüne tabidir. Neo-liberalizmin 1980 sonrasında kapitalizmin
egemen “aşaması” konumuna gelmesi de, bilgisayarlı üretimin artması ya da
otomasyonlu üretimin yaygınlaşması da kapitalizmi de kapitalist sömürünün
işleme mantığını da ortadan kaldırmamıştır. Üretim tarzı değil, üretim tarzının
aşaması değişmiştir. Benzer biçimde bunun üretime etkileri, çalışanların
güvencesiz, daha düşük ücretlerle çalışması ve teknolojik ilerlemeyle birlikte
(bilgisayarlı üretim ve otomasyon diyelim) artı-değer sömürüsünün artmasıdır.
Bu, sınıfları ortadan kaldırmak ya da değiştirmek yerine onların koşullarını
yeniden düzenlemiştir. Nasıl ki iş-gününün kısalması, hafta sonu tatilinin ya
da genel oy hakkının kazanılması, emeklilik ve sigorta hakları gibi haklar
1800’lerin proletaryasını ortadan kaldırıp 1900’lerde yeni bir çalışan sınıf
ortaya çıkarmadıysa, çalışma rejiminin değişmesi de proletaryanın ortadan
kalktığını söyleyebilmek için bize geçerli sebepler vermez.[3] Dolayısıyla,
prekaryanın ayırt edici özelliği olan güvencesizlik, proletaryanın ortadan
kalkma sebebi değil, sadece proletaryanın neo-liberalizmde genelleşmiş bir
kipidir. Prekaryayı yeni sınıf olarak tanımlayanlar hiçbir zaman “sınıf”ı doğru
düzgün bir biçimde ele almıyor ve sürekli sorunun etrafında dolaşıyorlar.
Bir diğer hususu ise metodolojik bir eleştiri olarak ele almam gerekiyor. Prekarya
kavramını proletaryanın yerine koymaya çalışanlar, günümüzde çalışanlardan
kendini proletarya içinde tanımlayanların, kendilerine “proleter” diyenlerin
oranının çok düşük olduğunu bir kanıt olarak ileri sürüyorlar. Kısacası,
günümüzde kendini proleter olarak tanımlayan çalışanların düşük yüzdesi
proletaryanın yok oluşunun bir emaresi olarak yansıtılıyor. Ancak bir hastanın
kendini hasta olarak görmemesi her ne kadar bir doktor / tıp bilimi için bir
anlam ihtiva etmiyorsa, üretim ilişkileri içerisindeki konumunun bilincinde
olmayan birinin kendini o konumun toplum bilimsel / sosyolojik karşılığı ile tanımlamaması
da bir toplum bilimci için bir anlam ihtiva etmez. Somut, objektif ilişkiler
içerisinde yer alan olguları değil de insanların hislerini, duygularını,
kanılarını, yargılarını, yani sübjektif verileri toplum analizimizin
belirleyeni olarak ileri sürmek, bizi toplum bilimci değil, olsa olsa anketör
yapar.
Son olarak, Guy Standing’in prekaryanın üç boyutu olarak ele aldığı üç
ayırt edici özelliği, ya da prekaryanın üç belirgin özelliğini ele alarak
tamamlamak istiyorum. Bu üç özellik, (1) istikrarsız emek, istikrarsız yaşama,
ya da varoluşsal güvencesizlik; (2) emekli maaşı, ücretsiz izin, vb. olmadan
yalnızca ücrete dayalı yaşam; (3) tarihte ortaya çıkmış, sivil haklar, kültürel
haklar, sosyal haklar ve politik haklar gibi sistematik olarak en önemli
haklarını yitiren ilk sınıf olmaları gibi açılardan ayırt edilir.[4] İlk
iki boyutu yukarıda ele almıştım. Güvencesizlik, neo-liberal ekonomilerde yeni
emek rejimidir ve daha önce elde edilen haklar, sermayenin kâr oranlarını
arttırmak adına budanmıştır. Güvencesiz çalışma, kapitalizmin dayattığı yeni
normaldir. Buna uygun olarak çalışma yaşamını düzenler. İkinci olarak prekarya
mensubu da işçi sınıfının her üyesi gibi geçinmek için emek-gücünü pazarda
kapitaliste satar ve karşılığında aldığı ücret ile yaşam maddelerini alır.
Yaşamak için emek-gücünü satmak dışında bir seçeneği yoktur ve piyasa
ilişkilerine dâhil olmadan ne bu maddelere ne de üretim araçlarına erişebilir.
Üçüncü boyut ise prekarya savunucularının daha önce ele almadığım bir
zaafını gözler önüne serer. Bildiğimiz gibi Marx ve Engels’in ortaya koyduğu
teze göre şu ana kadar yazılı tüm tarih, sınıf savaşımları tarihidir. Bunun
antropolojik tutarlılığını tartışmak yerine tarihin daha küçük bir kısmına,
hafızamızın yettiği kadarıyla doğrulayabileceğimiz bir kısmına bakacağım. İşçi
sınıfının kazandığı haklar, sendika hakkı, 8 saatlik iş günü, emeklilik, kıdem
tazminatı, hatta genel oy hakkı… Bunların tamamı sınıf mücadelesinin
kazanımlarıdır. Bunlar, sınıf mücadelesiyle kazanılmış haklardır ve eğer bir
kısmı kaybedilmişse yine sınıf mücadelesi içinde kaybedilmiştir. Aynı mücadele
içinde haklar kazanılırken değişmeyen sınıf, haklar kaybedilirken mi değişecek?
Mücadele içinde kazanılmış olanların kaybedilmesini yeni bir sınıfın doğuşunun
emaresi olarak ele almak saçma bir biçimde, sınıf mücadelesinin varlığını
yadsımak ve var olan hakları mücadelenin kazanımları olarak değil, ya gökten
zembille inmiş şeyler ya da verilmiş bir lütuf olarak görmektir. Kısacası,
sınıf mücadelesini reddetmektir.
Sonuçta, prekaryayı örgütlemeye ve onu siyasallaştırmaya yönelik umut,
farkında olmadan proletaryayı örgütlemeye yönelik umut tarafından içerilir.
Proletaryanın göreli olarak daha
güvencesiz bir kesimini yeni bir sınıf olarak görüp sınıfı ve sınıf siyasetini
yeniden keşfetmeye çalışmak, tekerleği yeniden keşfetmeye çalışmak kadar boş
bir uğraş. Ancak bunu yaparken sınıfı tabakalara ayırıp bunların her birine
yine sınıf niteliği atfetmek, ilişkisel olarak aynı yerde bulunanları bölerek
zayıflatmaya yol açma tehlikesi doğuruyor. Kavramın savunucularının yeni
güvencesiz emek rejiminde çalışanların ruhsal durumu ve gündelik ilişkileri
konusundaki yerinde analizleri takdiri hak ediyor. Yine kavrama sınıf niteliği
atfetmeye çalışanların senelerdir yılmadan argümanlarını savunmalarına ve bu
konudaki ısrarlarına saygı duyuyorum. Senelerdir “sınıf” meselesiyle ve
yukarıda bahsettiğim zayıflıklarıyla inatla hesaplaşmamaları ise anlaşılmaz bir
dar kafalılığın ürünü olsa gerek.
[1] Bununla kavramın bir sınıfı nitelediğini,
-hatta daha kesin bir ifadeyle- prekaryanın bir sınıf olduğunu iddia edenleri
kastediyorum. Prekarya kavramı, kapitalizmin yeni güvencesiz emek rejimini
nitelemek için yararlı bir kavramdır. Burada sorunlu gördüğüm, “prekarya”
terimiyle güvencesizliği ya da işçi sınıfı içinde yer alan ve “göreli olarak
daha güvencesiz”, “daha da güvencesizleştirilmiş”
kesimlerin nitelenmesi yerine kavramın “yeni bir sınıf” olarak ileri
sürülmesidir.
[2] Standing’in sınıfları ele alırken
kullandığı “tabakalaşma” kuramı Weberci sosyolojiye özgü bir kavram ancak Marx
ile hesaplaşmadan ve hatta hesaplaşmaktan kaçarak, doğrudan Weberci sınıf
anlayışını kabul ederek proletarya üzerine analizler yapılmasının Marksistler
tarafından eleştirilmesi şaşırtıcı olmadığı gibi haksız da görülemez. En iyi
ihtimalle yine Weberci bir perspektiften güvencesiz çalışmanın, yaşam koşulları
birbirine benzeyen bir toplumsal tabaka oluşturduğunu ve yaşam fırsatları
açısından benzeşen bu kitlenin bir sınıf oluşturduğunu iddia edebilirler.
Ancak, üretim ilişkileri üzerinden değil de temelde tüketim ve erişim üzerinden
ele alınan böylesi bir sınıf anlayışına göre geleneksel anlamda kavranan
proletarya içinde de farklı tabakalaşmalar ve dolayısıyla sınıflar olacaktır.
Mesela 1960’larda sendikal haklara sahip, lojman hakkı bulunan ve iyi ücret
alan fabrikanın işçileri ile başka bir fabrikanın yevmiye ile çalışan işçileri
farklı sınıflara ait olacaktır. Hatta aynı fabrika içinde bile farklı ücrete
sahip işçiler, farklı yaşam fırsatları nedeniyle farklı sınıflara mensup olabilirler.
Hâlbuki Marksizm anlık piyasa koşullarına bakmaz. Gerçekliği süreçten ayırmaz.
Esas sorun sömürü, toplumsal gelir eşitsizliği ve gruplar arası gelir uçurumu
ise bunu yaratan süreçlere, mekanizmalara bakar. Bu mekanizma, kapitalizmde
sermaye birikimi ve biriken sermayenin yeniden üretime sokulmasıdır. Çünkü
eşitsizlik üretilen ve yeniden üretilen bir süreçtir ve kaynağı da artı-değer
sömürüsüdür. Artı-değer sömürüsü söz konusu olduğunda ve kapitalizmin motoru
olarak görüldüğünde bakacağımız yer artık kimin cebinde ne kadar parası olduğu
değil ama kimin sömürdüğü, kimin sermaye biriktirmeye devam ederek sömürmeye
devam ettiğidir. Bir işçinin evinin, arabasının olması onu sınıfsal olarak evi
ve arabası olmayan işçiden ayırmaz. Bu durumda da ele alınmak üzere ayırılacak
olanlar ancak sömürenler ve sömürülenler olacaktır. Aksi durumda şartlar ne
kadar eşitlenirse eşitlensin, eşitsizlik makinesi bir kefeden alıp diğerine
koyacaktır ve eşitlik için yaratılan yapay denge her zaman bozulacaktır.
Kapitalizmin işleyiş yasalarını ıskalayan her anti-kapitalist teori ya
safsatadır ya da düzenbazlık.
[3] Nedense kavramın savunucuları
“proletarya”dan yalnızca İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devletinin sosyal
haklara sahip işçilerini anlarlar. Kapitalizmin ilk yüzyılında gördüğümüz,
“özgür-emek”inin aynı zamanda kapitalistin kârını arttırmak için işçiyi kolayca
kovabilmesine yarayan bir nitelik olduğu proletaryadan bahsetmezler. Anlaşılan
söz konusu kavramın savunucuları, o zamanların işçi-işveren sözleşmesini
(emek-gücünü satan işçi ile ücret veren işveren arasında serbest piyasa
koşullarında vuku bulan çoğunlukla hipotetik sözleşme) gerçek anlamda “eşitler
arası bir sözleşme” olarak algılıyor olmalılar. Hâlbuki kapitalistin işçiyi
istediği gibi sömürebilmesinin koşulu, prekaryaya özgü gördükleri
güvencesizliğin örgütlenmesi olmuştur hep.
[4]
https://www.youtube.com/watch?v=nnYhZCUYOxs
Yorumlar
Yorum Gönder